19 Ocak 2011 Çarşamba

HORUM NEDİR? NE DEĞİLDİR?

            Rize yöresinin sahil kesiminde yaşayan ve Türkçe konuşan halka “Horum” denildiği bilinmektedir. Bu tabiri genelde halk kendisi için kullanmamakta, daha çok başkaları tarafından kullanılmaktadır. Horum kelimesinin anlamı ve kullanılış yerlerini ele alarak konuyu aydınlatmak, konu hakkında doğru bilgiler edinmek için uygun olacaktır.
            Ayrıntılı açıklamalara geçmeden önce, bu çalışmada ulaşılan sonucu burada ifade etmek, okuyucuya konunun başında bir fikir vermek bakımından yararlı olacaktır.
Birkaç kaynağın doğrulamasıyla ve etimolojik incelemeye dayalı olarak, Horum kelimesinin Türkçe bir kelime olduğu tespit edilmiştir. Türkçe’de farklı anlamlarda kullanılmış olmakla birlikte, horumun en yaygın anlamı “otluk bağı”dır. “Dünya yansa bir horum otu yanmaz” atasözü bunu en güzel biçimde anlatmaktadır.
Horum adını almış olan; Erzurum’un Aşağı Horum ve Yukarı Horum köyleri halkının tamamen Türk olduğu, bu sebeple halk olarak da bu kelimenin Türkleri anlattığı anlaşılmıştır. Diğer taraftan, Erzurum Horum Düzü’nden gelen kabilelerin Türk olduğu ve yörede yaşadıkları yerde Türk kültürünü yaşattıkları ortaya konulmuştur. Yerleşimin olmadığı Horum Düzü’nde geçici bir süre konaklayan bu Türk kabileleri, buradan yöreye gelmişlerdir.
Horum kelimesi, Türkler arasında çeşitli amaçlarla kullanılmakta olduğu gibi, Anadolu’da bu ada sahip çeşitli yerleşim yerleri de mevcuttur. Ayrıca, bu kelime Karadeniz havzasında geçmişte ve bugün kullanılan hiçbir dile ait değildir. Sadece Türkçe’de ve Türk diyalektlerinde “horum”a rastlanmaktadır. Bu çalışmanın devamında yukarıda ifade edilen hususlara kaynaklarıyla birlikte yer verilmektedir.
***
Türk Dil Kurumu’nun Büyük Türkçe Sözlüğünde Horum kelimesine şu karşılıklar verilmektedir:
Horum: 1.Biçildikten sonra balya ya da deste haline konulmuş ot. 2.Biçildikten sonra tarlada yapılan küçük burçak ya da mercimek yığınları. 3.Yeni olgunlaşan susam bitkisi, topraktan çıkarıldıktan sonra sapları iple boğulup baş tarafları birleştirilerek yapılan yığın: Horumlar çatladıysa çırpalım.
Bunlardan başka, TDK, Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğünde; horum kelimesinin; “deve ahırı”, “bir çeşit oyun”, “sıkıca durulmuş ot yığını”, “büyükçe bir bağ ot”, “bir çevrili otlaktan biçilen ot” biçiminde karşılıklara sahip olduğu görülmektedir. Bütün bu karşılıkların, horum kelimesine Anadolu coğrafyasında verilen anlamları içerdiği anlaşılmaktadır. Ayrıca, horum kelimesinin “ot bağını meydana getiren tomarlardan her biri” anlamında da kullanıldığı tespit edilebilmektedir. Deyim olarak ise; “ağzını bir horum ot tutmamak” biçiminde “boşboğazlık etmek” anlamında kullanımına rastlanmaktadır. Yine “dünya yansa bir horum otu yanmamak” biçiminde “şartlar ne olursa olsun neşesini yitirmemek” anlamında kullanıldığı görülmektedir.[i]
Kültür ve Turizm Bakanlığı Türk Halk Oyunları Katalogu‘nun Horum maddesinde, Horum kelimesinin Türk dilinin diyalektlerinde çok eski olduğu ifade edilerek, Batum’un Horumi oyunu ve Elazığ’ın Horum halkoyununa geniş yer verilmektedir. Söz konusu Katalogun “Horum” maddesinin girişinde şöyle denilmektedir: “Eski (hı) harfi gibi hırlak söylenmek şartıyla "horum" kelimesi Türk diyalektlerinde çok eskidir. Orun (veya Urun); yer, mekân, mevki, mesken”.[ii] Horum kelimesinin Türkçe kökenine bu şekilde değindikten sonra, Elazığ’daki “horum” ve Batum’daki horumi” adlı halkoyunlarına Ek-3’te yer vermek kaydıyla şimdilik geçiyoruz.
***
Prof.Necati Demir’e göre horum kelimesi Türkçe olup; or- kökünden, önce h- türemesiyle hor- biçimine gelmiş olmalıdır. Fiilden isim yapma eki -°m eki ise kelimeye son biçimini vermiş gözükmektedir.[iii] Yukarıdaki bilgilerden anlaşıldığı üzere Horum kelimesi Türkçe bir kelimedir. Ayrıca, kelimenin son hecesindeki çağrışımın bir benzeşmeden öteye geçmediği ve kelimenin Rumca olmadığı tespit edilmiştir. Bu durum, Doğu Karadeniz’den Yunanistan’a mübadele ile göç eden kişilere de sorularak teyit ettirilmiştir.
Bazı kaynaklarda “horum” kelimesine benzetilen “horon” kelimesinin Yunanca “horan” kelimesinden geldiği iddia edilmektedir. Büyük Larousse’da “horan” kelimesinin Yunanca “khorus”tan geldiği ifade edilmekle birlikte, Prof. Necati Demir’e göre “hora, horan/horon, horum kelimeleri Yunanca, Rumca, Farsça, Ermenice, Gürcüce, Eski Helence, Lazca ve Cenevizce değildir. Bu tespitlerden sonra Prof. Demir’in tespiti kelimenin Türkçe olduğu yönündedir. Prof. Demir’e göre; “Pek çok araştırmacı detaylı bilgi vermeden, gerekli açıklamaları yapmadan horan kelimesini başka dillere mal etmeye çalışmıştır. Hâlbuki horan, Eski Türkçeden beri yürürlükte olan or- fiilinden türediği anlaşılmaktadır. İlk aşamada ön seste bir h- türemesiyle hor- biçimine gelmiş, sonra fiilden fiil yapan -a/e- eki ile genişlemiş gibi görünmektedir. -n fiilden isim yapma eki ili isimleşmiştir.”[iv] Horum kelimesinden ayrı bir kelime olmakla birlikte, bazı kaynaklarda aynı grupta gösterildiği için, horon ve horan kelimelerinin de kökenine burada yer verilmiştir.
***
Erzurum’un Horasan İlçesi’ne bağlı “Aşağı Horum” ve “Yukarı Horum” köyleri mevcuttur. Horasan’ın tarihine bakıldığında, Türklerin Anadolu’yu fethi ile birlikte erken dönemde Türkleştiği görülmektedir. 1071 Malazgirt Savaşıyla birlikte Selçukluların Bizans, Gürcü ve Ermeni krallıklarına karşı kesin üstünlük sağlamaya başlamasıyla birlikte Doğu Anadolu'nun Türkleşmesi de başlamıştır. Bu süreçte İran Horasan'ından gelen Türk toplulukları o zamana kadar ismi “Üskühat” olan yere Horasan ismini vererek burada yerleşmişlerdir. Böylece Horasan bir Türk şehri olmaya başlamıştır.
Erzurum’da Horum Düzü adı verilen bir yer de mevcuttur. Burada 93 Harbi’nde muharebe olduğu gibi, 1914 Aralık ayında yapılan Sarıkamış Harekâtı’nda da çatışma olmuştur. 93 Harbi’nde (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda) Horum Düzü’ndeki muharebeler esnasında dervişleri ile birlikte savaşan Rufai önderlerinden Seyyid Hacı Ahmed Baba’ya atfedilen bir olaya metnin sonunda (Ek-1’de) yer verilmiştir.
***
Rize’nin sahil kesimi halkına Horum denilmesinde, Erzurum’daki Horum Düzü’nden gelerek buraya yerleşenlerin rolü olmuş mudur? Her ne kadar Rize yöresi, Kafkaslar’dan Güney Azerbaycan’a, hatta Bağdat’a kadar çok geniş bir coğrafyadan göç almış olmakla birlikte, sahil halkının Horum kelimesiyle anılması nasıl izah edilebilir?
Erzurum’un Horasan ilçesindeki Aşağı Horum ve Yukarı Horum köylerini ziyaret etmiş olan Tarihçi hemşerimiz Dr.Cemil Kutlu; “Erzurum’un Kürtlerin yoğun yaşadığı bir bölümünde yer alan bu köylerin halkı tamamen Türk’tür” demektedir.
Çayeli’nin Sırt Köyü’nde yaşayan bazı kabileler, Erzurum’un Horum Düzü’nden geldiklerini söylemektedirler. Bu görüşe göre, Erzurum’dan gelen ve Sırt Köyü’ne yerleşen bu kabileler, yukarıda bahsedilen Horum Köylerinden değil Horum Düzü’nden gelmişlerdir. Dr. Cemil Kutlu da bu görüştedir. Horum Düzü bir yerleşim yeri olmadığından, buranın, göç yolu üzerinde bir süre konaklanan bir yer olarak değerlendirilmesi gerekir.
Sırt Köyü, eski adı olmayan ender yerleşim yerlerimizdendir. Bunun nedeni, çok yeni tarihlerde insanların iskân edilmeye başlandığı bu köye, ilk defa şu anda burada yaşayan kabilelerin yerleşmesidir. Sırt Köyü’nün yakınındaki ve Doğu Karadeniz’deki diğer köylere Türk yerleşiminden önce eski yöre kavimleri yaşadığından, buraların eski adları mevcuttur.
Sırt Köyü etrafındaki birçok tabiat parçasına Türkçe isim verilmiş olması da ilginçtir. Yöredeki şelalelere, yöre halkı tarafından Ağaran ve Beyazsu adları verilmiştir. Bu şelalelerin üzerinde bulunduğu derenin doğduğu dağın adı Koldağı, tepeler ise Isırlık Tepeleri’dir. Eskiden çamlık olan ve sonradan bir yangında bozkır haline gelen araziyi halk Sıkçamlık olarak adlandırmıştır. Ağaran Şelalesi’nin yakınındaki anıt kayın ağacının adı ise Kart’tır. Görüldüğü gibi, Erzurum Horum Düzü’nden geldikleri söylenen insanların yaşadığı köyün etrafında Türkçe yer adları ve adlandırmaları yaygındır.
***
Doğu Karadeniz’de kullanılan horum kelimesinin kaynağı tam olarak bilinememektedir. Bu kelime yöreye nereden gelmiş, geniş bir kitle için kullanılır hale nasıl gelebilmiştir? Bunu tam olarak bilemiyoruz. Sırt Köyü’ndeki “Biz Erzurum’un Horum Düzü’nden geldik” diyen Türk kabilesinin, bütün yöre halkı için bu sıfatın kullanılmasını açıklamayacağı düşünülmektedir.
Bilindiği gibi, dağlık kesimde eskiden Ermeniler, sahil kesiminde ise yanlış olarak Rum tabir edilen eski Karadeniz halkları yaşamaktaydılar. Göç edip gelen bir kısım Türkler eskiden Ermenilerin yaşadığı topraklara, bir kısım Türkler de sahil kesimine yerleşmiştir. Bu sebeple iç kesimlerdeki tabiat şekillerinden bir kısmı halen Ermenice iken, sahil kesimindeki eski yer adları ise yörenin eski dilerindedir. İlginç olan sahil kemsindeki yer adlarının Rumca olmaması, ama bunun halk tarafından yeterince bilinmemesidir.
Diğer taraftan, Anadolu’daki bütün yerleşim yerlerini inceleme imkânı yok ise de, Tokat’ta “Horum” adında bir köyün mevcut olduğu ve Sivas Zara’da Horum Deresi adlı bir dere bulunduğu tespit edilmiştir. Gaziantep’in Nizip ilçesinde, Niziplilerin Çardak Köyü olarak bildiği ve bugün Birecik Barajı altında kalan höyüklerden birine Horum Höyük denilmektedir.
***
Anadolu Türklüğü üzerinde en geniş araştırmalara imza atan Prof. Mehmet Eröz’ün Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’nca yayınlanan “Atatürk Milliyetçilik Doğu Anadolu” adlı kitabında, Kürtleşen Türkmen aşiretleri sayılırken Hormek veya Horumbeyan adı verilen bir kabileden bahsedilmektedir. Buna göre; Atalarından süzülüp gelen rivayet ve inanışa göre Hormekli kabilesi Harzemlidir. Horasan'dan Erzincan'a ve oradan Dersim eteklerine ve daha sonra Kiğı ve Varto'ya yayılmışlardır. 50-60 sene önce bu kabile, komşu kabileler tarafından Horumbeyan, Hormekan, Huvarzemiyan diye adlandırıldı.” Horumbeyan kelimesine verilen dipnotta ise; “Rize- Trabzon havalisinde Lazca konuşanlar. Türkçe konuşanlara (Horum) adını verir” denilmektedir.[v]
Prof. Eröz, Türk boy ve oymak adları ile kurulan Doğu Anadolu Köyleri arasında Horum’u saymaktadır. Dr. Mahmut Rışvanoğlu’nun “Saklanan Gerçek: Kurmanclar ve Zazaların Kimliği” adlı kitabında, Türk boy ve oymak adları ile kurulan köyler sıralanırken Prof. Eröz’e atfen şu Horum maddesine yer verilmektedir:
Horum (Yukarı Horum): (Horasan-Erzurum), Horuh (yeni adı: Akçiğdem) (Refahiye-Erzincan), Rize'nin yukarısında yaşayanlar, Türkçe konuşanlara "Horum" der. M.Ş.Fırat, mensup olduğu aşiret içinde "Horumbeyan" (Horumbeyler)in bulunduğunu söyler. Dinar'da bir kaç köy kuran "Horzum" Yörüklerinin, bu köyleri kuranlarla ilgileri vardır. Ş.Urfa'nın merkez köylerinden birinin adı da "Horzum" dur.[vi]
            Doğu Anadolu’nun bazı yerlerinde Karaduta (Latincesi; morus nigra) “horum dutu” yahut “urmu dutu” denilmektedir.  Hatta “Horum dutundan düşen eşek olur” şeklinde bir halk deyişi olduğu da tespit edilmiştir.
Sonuç olarak horum kelimesi Türkçe bir kelimedir. Türk tarihçileri tarafından Türk boy ve oymak adlarına sahip yerleşim yerleri arasında Horum da sayıldığına göre,  Horum’un Türk oymak veya kabilelerinden biri olduğu kanaati oluşmaktadır. Horum kelimesi Rumca olmadığı gibi, söyleniş benzerliği dışında Rumlarla ve Rumlukla bir ilgisi de yoktur.



EKLER:

Ek 1: 93 Harbinde Horum Düzü’nde Geçtiği Rivayet Edilen Olay

Rufai tarikatının önderlerinden Seyyid Hacı Ahmed Baba, 93 harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’na dervîşleri ile birlikte katılarak, Horum tabyaları denilen mevkide düşmanla çarpışmıştır. Bu savaşta şöyle bir kerameti anlatılır:
 Erzurum Horasan Horum Köyünden Seyyid Hacı Ahmed Baba’nın halifelerinden Molla Bahri’nin torunlarından Zeki ve Abdurrezzak (Gökçe) isimli beyler büyük annelerinden naklen şöyle anlatırlar;
“Horum Düzü diye tabir edilen mevkide yapılan Osmanlı Rus savaşında Osmanlı Ordularımız’ın Rus orduları karşısında başarı elde edememesinden dolayı kumandanlardan bazıları Seyyid Hacı Ahmed Baba’dan dua talep etmek üzere Sanamer Köyü’ne giderler. Seyyid Hacı Ahmed Baba’nın halifelerinden Molla Bahri bir gün önce rüyasında;
“Alnına ve koluna birer madalya takıldığını, şeyhi Seyyid Hacı Ahmed Baba’ya anlatır. Seyyid Hacı Ahmed Baba anlatılan rüyayı dinlediğinde hüzünlenir ancak yorumlamadan sadece Allah hayırlara tebdil etsin der.
Seyyid Hacı Ahmed Baba, Molla Bahri’nin de içinde bulunduğu halife ve dervişlerle birlikte muharabe yeri olan Horum Düzü’ne giderler. Kendilerinden dua talep eden kumandanlara dönerek;
-‘Kumandanım! Asker evlatlarımıza söyleyiniz. Benden ileriye geçmesinler’ der. Kendi halife ve dervişlerine arkamdan geliniz diyerek beline bir peştamal bağlar. İçine koyduğu bir avuç toprağı Hazreti Rasûlullah’ın (SAV) Uhud Harbi’nde müşriklerin yüzüne toprak savururken okuduğu;
“Vemâ rameyte iz rameyte velâkinnellâhe ramâ” (Attığın zaman da (Resûlüm) sen atmadın. Lâkin Allah attı) ayetini okuyarak tarlaya tohum serper gibi Rus ve Ermeniler üzerine yürür. Düşman siperlerine yaklaşırken düşmanlar tarafından atılan mermiler Seyyid Hacı Ahmed Baba’nın cübbesine isabet eder ve yere düşerler. Bu harikulade hal karşısında askerlerimizin şevki artar. Tam o esnada şeyhinin biraz ardında bulunan Molla Bahri cezbelenerek Allah Allah nidası ile Seyyid Hacı Ahmed Baba’yı biraz ileri geçmesi ile düşman kurşunlarının baş ve koluna isabeti ile şahadet şerbetini hemen oracıkta içer.
Seyyid Hacı Ahmed Baba, halife ve dervişlerine dönerek;
“Deginan oğul! Molla Bahri’nin gördüğü rüyanın yorumu işte bu idi” der.
Düşman siperlerine iyice yaklaşıp, süngü harbi mesafesine girildiğinde kumandanlara dönerek “bizim vazifemiz buraya kadar, buradan sonrası size ait” der ve böylece askerlerimiz düşman mevzilerini zaiyat vermeden ele geçirirler. Daha sonra esir edilen Rus ve Ermeni askerleri savaş durumunu şöyle izah etmişlerdir: “Siyah sarıklı ve cübbeli zatın atmış olduğu topraktan gözlerimiz görmez oldu, savaşmaya mecal bulamadık.”
Bu savaş sonrasında ordumuz kumandanlarından Eyüp Paşa, Seyyid Hacı Ahmed Baba’ya “fedai” adında bir at hediye etmiştir.[vii]

Ek 2: Bir Erzurumlu Fıkrası

            Erzurum’da anlatılan bir fıkra, söyleniş kolaylığı sebebiyle Horasan’ın Horum köylerini de kapsamaktadır. Bu fıkra şöyledir: “Erzurumlu bir yerden bir yere giderken yolu Karslı bir çobanın koyun otlattığı yayladan geçer. Karslı çobana selam verir, çoban selamı alır. Bizim Erzurumlu çobanın yanına gelir ve sohbete başlarlar. Bu arada Karslı çoban Erzurumluya:
—Dadaş, der, bir tas ayranım, bir tane de kaşığım var. Nasıl edelim?
Erzurumlu:
—Kolayı var, der. Sen memleketinin civarındaki köyleri say, o arada ben ayranı içeyim. Sonra da ben sayayım, sen iç. Bu çözüm Karslı çobanın aklına yatar ve başlar köyleri saymaya. O arada bizim Erzurumlu tastaki ayranın yarısını içer.
Karslı:
—Tamam, der. Şimdi de sen say ben içeyim. Kaşığı alır. Bizim Erzurumlu saymaya başlar:
—Horum, Horum, Horasan; (Aşağı Horum, Yukarı Horum).  Saclığ ile Pirhasan.
Ağaver, Vağaver; Ağa gaşığı bağa ver...  Karslı çoban daha ikinci kaşık ayranı içmeden elinden kaşığı alır...”[viii]

Ek 3: Horum Adlı Halk Oyunları

Kültür ve Turizm Bakanlığı Türk Halk Oyunları Katalogu‘nun Horum maddesinde, Horum kelimesinin Türk dilinin diyalektlerinde çok eski olduğu ifade edilerek, Batum’un horumi oyunu ve Elazığ’ın Horum halkoyununa geniş yer verilmektedir. Önemine binaen, söz konusu Türk Halk Oyunları Katalogu‘nda yer verilen Batum’un Horumi ve Eazığ’ın Horum oyunları ile ilgili bilgileri aynen aşağıya alıyoruz:
“VII. yüzyıldan beri devamdaki Batum bölgesi Acaralarının sıra oyunu "Khorumi" adını taşımaktadır. Lezgilerden sayılan bu Acaraların acar dansların bizim en doğu Karadenizlilerimizin Horun'larıyla kar'bet (akrabalık, yakınlık) gösteriyorlar. Oyun giyimleri de sınırın öte ve beri yarı sekenesi Müslüman ve ülke merkezi Batum'dur. Bir Gürcü diyaleği konuşmakla beraber, hususiyle (özellikle) erkekleri genellikle Türkçe de konuşurlar.
Bu Batum Acaralarında bir kısmı 60 - 70 yıl önceleri Anadolu'ya göçüp isk'n edildiler. Meselâ Bursa'nın Uludağ'a mücavir Bağlı köyüne bir saat mesafedeki Soğukpınar nahiye merkezi bir Acara köyü olup sekenesi ot yığınına da "horum" derler. Yine oradan bir saatlik Karasilâh köyünde Acaralar yerleşiktir. Horum t'biri onların "Horum" dediği yatık ekin demetine yukarda adı geçen Bağlı köyü Türkleri deste, tomar halinde bağlanına da sümek diyorlar. Horum demezler, fakat Gürcülerin öyle dediğini malûmat (bilgi) kabilinden işitip bilirler. Uludağ ile Kafkasya Türkçeleri arasındaki mesafede horum adı semt semt kesafet halinde (yoğun olarak sıkça) köylülerce çok bilinip kullanılır.
Elazığ tarafında "horum" denilen kadın oyununun bir adı da "Güvercin Oyunu" dur. Ayrı havası ve sözleri olan pek kıvrak bir çeşittir. Ölçüsü 2+3+2+2 bileşimiyle 9/16 aksağıdır. Bir figüründe ayaklar yerde bitişik kalmak üzere sağ ve sola kaykılınır. Öbür figürü, önce ileri doğru ve sonra geri geri eski yerine gidip gelişlerdir. Horan'la andırılış olmakla beraber adı belki de başka asıldandır.
Elazığ merkez ilçesinde davul - zurnayla açık havada ve saz ile dönbek (dümbelek) gibiler eşliğiyle odada yürütülür. Erkek meclisinde kadın oyuna kalkmaz. Elazığ Horum'u 5/8 + 9/8 aksak birleşimiyle 9/8 yayılabilmiştir. Türküsünün birkaç m'nisi bulunup yedili vezindedirler. Haldeki (günümüzdeki) durum kısaca budur. Horum kelimesinin oralardaki asıl anlamı tarlada biçilmiş ekin yığını, mecazî anlamı da birlikteliktir. Tarlada çalışanlar bu yığınlar önünde âdeta berekete şükran oyunu yürütürler. Görenleri bu düşünce işgal eder.
Biçildikten sonra tarlada yapılan burçak yığınlarından her birine "horum" veya "hörüm" denildiği gibi balya hâline konulan otun adı da nice yerlerde "horum" dur.
Elazığlıların "Horum" (nadiren de hörüm) dediği oyunun türküsü pek yaygın olup hele Harput mahallelerinde bilmeyen yoktur. Biraz İstanbul çiftetellisini andırır. Oralarda "Şeve Kırma" kadın oyununu ara sıra erkekler de oynarlar.
Elazığ'da Tamzara, İzmir'in zeybeği kadar ve onun gibi çekici bir çeşittir. Her yönde oynanmaya değer. Bununla beraber, Elazığ'ın kendi yerli zeybeği de vardır. Şu oyunla türkü Harputlu bir 'şıktandır:
Güle naz, gülen az
Bülbül eyler güle naz
İndim yâr bahçesine
Ağlayan çok, gülen az.
Elazığ'ın Etminik köyünde tek kişilik bir "Horum" tespit edilmiştir. Tunceli'de de "Horum adlı bir çeşidin izi vardır.
Çoruh ili köylerinde "Horon kaldırma" bir oyun çeşididir. Erkeklere mahsustur. Tek kişi yatarak oynar.[ix]
Bunlardan başka Kars Esenkent’te, “delihorum halayı” adlı bir tür halayın var olduğu anlaşılmıştır. Hora Türkiye’nin pek çok yöresinde oynanan bir oyun olduğu gibi, Bulgar ve Peçenek Türklerinin hora oynadığı, bu oyunun Gagavuz’larda da var olduğu belirtilmektedir.[x]


[i] Türk Dil Kurumu, Büyük Türkçe Sözlük; http://tdkterim.gov.tr/bts/; 22.11.2010.
[ii] Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türk Halk Oyunları Katalogu; http://www.kultur.gov.tr/TR/belge/1-2636/eski2yeni.html; 22.11.2010.
[iii] Demir, Necati, Trabzon ve Yöresinde Horan, s.10; http://www.necatidemir.net/images/demir/bkosem/horon.pdf; 22.11.2010.
[iv] Demir, Necati, agm., s.21.
[vi] Dr. Mahmut Rışvanoğlu’nun “Saklanan Gerçek: Kurmanclar ve Zazaların Kimliği; http://www.fikir7.com/haber/275/belge--soysuzlastirildik-.html; 22.11.2010.
[vii] Seyyid Hacı Ahmed Baba (1792/1912); http://www.errufai.com/seyyid/HABABA.pdf; 22.11.2010.
[viii] Erzurum Yöresi Fıkraları: http://damarlitaskoyu.tr.gg/Fikralarimiz.htm; 22.11.2010.
[ix] Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türk Halk Oyunları Katalogu; http://www.kultur.gov.tr/TR/belge/1-2636/eski2yeni.html; 22.11.2010.
[x] Demir, Necati, agm., s.5.

8 Ocak 2011 Cumartesi

Etnik Kimlik ve Milli Kimlik

Ülkemizde milli kimlik tartışmaları, maalesef çok eksik ve yanlış bilgilerle yapılmaktadır. Birçokları, etnik kimlikle milli kimliği karıştırmakta, Türklüğü etnik aidiyete indirgemektedir. Bu yazıda milli kimliğin ne olduğunu ve nasıl oluştuğunu ortaya koymaya çalışacağız.
         Bilindiği gibi “milli devlet” öncesi devletler, ya imparatorluktur ya da imparatorluk olmaya çalışan küçük devletlerdir. Bu devletlerle milli devlet arasındaki temel fark; öncekilerde devletin sahibi ve devlete tabi olanlar ayrımı varken, milli devlette herkes vatandaştır ve eşit hak sahibidir.
Milli devlet vatandaşlık bağı üzerine kurulmakta, devletin sahibi bizzat tebaası olan vatandaşı olmaktadır. Bu sebeple, her bir vatandaşın eğitimi, gelişimi ve refahı, milli devletin ana faaliyetini oluşturmaktadır. İmparatorluklar ise, devleti yönetecek elit kadroyu eğitir ama halkın eğitimi diye bir önceliğe sahip değildir. Devletin tebaasından zenginliğine göre vergi alan ve onun günlük hayatına fazlaca müdahale etmeyen bir anlayışı sergilerler. İmparatorlukların bu yaklaşımı bir kusur olmayıp, sadece bir devrin anlayışını göstermektedir.
         İlk milli devlet, 1789 Fransız İhtilalinden sonra kurulmuştur. Bu devlet anlayışı, daha sonra diğer Batı Avrupa ülkelerine ve nihayet bütün dünyaya yayılmıştır. Fransa milli devleti kurulurken; Franklar, Normanlar, Goller, Potler, Brötanlar, Flamanlar ve Keltler gibi çeşitli etnik unsurlar bir araya gelmişlerdir. Bu etnik grupların sahip olduğu en gelişmiş dil olarak Frankların dili “Fransızca”, milli dil olarak esas alınmıştır. Milli eğitim ve iletişim dili olarak seçilen Fransızca etrafında, Fransız milleti teşekkül etmiştir.
         Diğer Avrupa ülkelerinden İtalya’da, İtalyan Birliği kurulduğunda, bugünkü İtalyanca nüfusun sadece yüzde sekizi (%8) tarafından konuşuluyordu. Fakat özellikle Güney İtalya’nın çok etnik dilli yapısında, gelişmemiş bu diller değil de, en çok edebi eser verilen gelişmiş İtalyanca seçilerek bu dil etrafında milletleşme gerçekleşmiştir. Fidinler, Katalanlar, Sardunyalılar, Sicilyalılar, Slovenler, diğer küçük etnik gruplar vs hepsi İtalyanca öğrenmiş ve İtalyanlaşmışlardır. Avrupa’nın diğer milletleri de bu gibi süreçlerde ortaya çıkmışlardır.
         İmparatorluk yapısında insanlar, farklı dil ve lehçeleri kullanırlar ve devletle olan işlerini ya resmi dille veya tercüman aracılığıyla görürlerdi. Ama milli devlet çağında, devlet sınırları içindeki insanların anlaşabilmeleri ve birlikte hareket edebilmeleri için aynı dili konuşarak özdeşleşmeleri gerekli olmuştur. Bu sebeple, milli devletler her vatandaşa standart bir eğitim vererek, bir iletişim dili öğretmişlerdir.
         Türkiye’de de, Türkçe konuşan kavimlerle birlikte, farklı dillere sahip Anadolu, Kafkasya ve Rumeli kavimleri bir araya gelmiş ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuşlardır. Oluşan milli yapının dili, bu etnik kimlikler arasındaki en gelişmiş dil olan Türkçe olmuştur.
         Demek oluyor ki, bir millete mensup olmanın şartı, etnik köken değil kültürdür. İster ana dil olarak Türkçe konuşanlar olsun, isterse Türkçeyi sonradan öğrenenler olsun; Türkçe konuşup, Türkçe etrafında oluşan kültüre mensup oldukları bilincini ortaya koyarlarsa, etnik kökenleri ne olursa olsun, Türk milli kimliğine sahiptirler demektir. Türk milletinden olmanın şartı, Türk etnik kökeninden gelmek değil, Türkçe etrafında oluşan kültüre mensup olmaktır. Bu mensubiyet, doğuştan gelebileceği gibi sonradan da edinilebilir.
         Türk etnik kökenine sahip olduğu halde, Türkçe merkezli oluşan milli kültüre aidiyet hissetmeyen, kendisini Türk milletinden saymayan kişi Türk değildir. Buna karşılık, başka etnik kökene sahip olduğu halde, kendisini Türk milletinden sayan ve Türk kültürüne aidiyet hissedenler de Türk’tür. Bu durum sadece Türk milleti için değil, bütün milletler için böyledir.
         Milli devletlerin (ulus devlet) ortaya çıkışından beri, etnik kökene dayalı olarak değil, dil ve kültür etrafında oluştukları açık bir gerçektir. Buna rağmen ülkemizde, milli aidiyeti etnik kökene indirgeyen anlayış ve yaklaşımların yaygın olduğu gözlenmektedir. Etnik kökenle millet olmayı birbirine karıştıran bu anlayış, milli devlet olgusunu da doğru biçimde algılayamamaktadır.
         Tarihin belli bir döneminde ortaya çıkan milli devletler, zamanın şartları icabı oluşan ve bütün vatandaşları eşit sayan, erdemli bir birliktelik oluşturmaktadırlar. Milli devletler arasında; sömürgecilik yapanlar, otoriter anlayışa sahip olanlar, hatta ırkçı yaklaşım gösterenler bulunabilir. Ancak, milli devletlerin kuruluş felsefesi; eşit vatandaşlığa, insan haklarına ve temel özgürlüklere dayalıdır.
İnsanlığın gelişim çizgisinde bir aşama olan millet ve milli devlet anlayışı, küreselleşme yaklaşımlarıyla; etnik kimliği öne çıkaran (ulus altı) ve küresel (ulus üstü) yaklaşımların tehdidi altında bulunmaktadır. Üstünlüğü; ırkta, soyda veya kökende arayan yaklaşımlara karşılık, erdemde ve takvada arayan yaklaşımların tercihe ve takdire şayan olduğu tartışılmaz bir gerçektir.
Ülkemizde, gerek çeşitli etnik unsurlarla ilgili yaşanan sorunları, gerekse Doğu Karadeniz yöresi ile ilgili kültür ve kimlik sorunlarını bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Kişinin etnik kökeni ne olursa olsun, Türkçe konuşan, Türk kültürüne sahip olan ve kendi kaderini Türkiye’nin kaderine bağlamış olan herkes Türk’tür. Buna karşılık etnik kökeni Türk olduğu halde, kaderini yabancı uluslarla birleştiren, Türk milletine mensubiyet hissetmeyen kişiler de Türk değildir.
Milli kimliği belirleyen bu yaklaşım, tarihi ve kültürel değerlerimize de uygundur. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda, Bizans tekfuru olan Mihal, Müslüman olup kaderini Osmanlı ile birleştirdiğinde Mihal Gazi olmuş ve Eskişehir’in Mihalgazi ve Mihalıççık ilçelerine de adını vermiştir. Bunun gibi, etnik kökeni ne olursa olsun, İslâm’ı kabul eden veya Osmanlı’ya iltica eden herkese gönül kapıları da açılmıştır.
Türkler tarih boyunca kendi kökeninden olmayanları dışlayıcı yaklaşımlar geliştirmemiş, ihanet etmemeleri kaydıyla onları benimseyen, kabullenen ve kendinden sayan bir anlayış ortaya koymuştur. Etnik farklılıkları birer ayrılık sebebi değil, milli kimliği oluşturan zenginlikler olarak kabul etmek gerekmektedir.

Rumi Takvim Kimin Takvimidir?

Son zamanlardaki olumlu gelişmelere rağmen, halen okumayan bir toplum olduğumuz doğrudur. Okumayan insanlar, bilgi eksikleri olduğu noktalarda, ya duyduklarıyla yada hatalı yorumlarıyla yetinmek durumundadırlar.
         İki yıl kadar önce, bir arkadaşımızın davetiyle Kanboz Yaylası’na gitmiştik. Güneysu’dan yukarıya Handüzü Yaylası’nı geçtikten sonra 12 km daha gitmiş ve yaylaya ulaşmıştık… Sahilden yaklaşık 60 km mesafedeki yaylalarda yol ve elektrik bağlantılarının yapılmış olduğunu ve Kanboz’luların (yeni adıyla İslahiye) buraya güzel bir cami yaptırmış olduklarını görmüştük.
         Kanboz Yaylası’ndaki sohbet esnasında, 65-70 yaşlarında bir büyüğümüz şöyle demişti: “Yahu biz miladi takvime ‘hükümet hesabı’ diyoruz, ‘Rumi takvim’e “bizim hesap” diyoruz. Bu benim kafamı karıştırıyor.” Biraz daha sohbet edince, “Biz Rum muyuz ki, Rumi takvime bizim hesap diyoruz?” denilince şüphenin ne olduğu da ortaya çıktı.
         O zaman kendisine, Rum sözünün Türkler tarafından Anadolu için kullanılmış bir coğrafya ifadesi olduğunu anlatmıştık… Erzurum’un “arz-ı rum” yani coğrafya olarak “rum toprağı” (=Roma toprağı) anlamına geldiğini, Mevlana’ya “Anadolulu” anlamında Rumi denildiğini, Rum kelimesinin Yunanlılıkla bir ilgisinin olmadığını ifade etmeye çalışmıştık… Bir de Rumi Takvim’in Osmanlı’nın resmi takvimi olduğunu belirtmiştik…
         Kaknüs Yayınlarınca yayınlanan “Türk Çayının Dünü ve Bugünü” kitabımızı hazırlarken, Osmanlının son dönemindeki ve Cumhuriyetin ilk yıllarındaki bazı tarihlerin Hicri Takvime uymadığını fark etmiştim. Sonra bu tarihlerin Rumi Takvim’e göre verildiğini ve bu takvimin Osmanlı’nın yanı sıra, 1 Ocak 1926’da miladi takvim kabul edilene kadar Cumhuriyet döneminde de uygulandığını tespit etmiştim.
         Asıl önemli olan, Rumi Takvim’in, Hz. Peygamber’in hicreti ile başlayan bir hicri takvim olmasıdır. Evet, Rumi takvim bir hicri güneş takvimidir. Hicri takvimler; hicri şemsi takvim ve hicri kameri takvim olmak üzere ikiye ayrılır. Hicri kameri takvim ayın güneş etrafında dönüşüne göre düzenlenen ay takvimidir. Hicri şemsi takvim ise dünyanın güneş etrafında dönüşü ile hesaplanan güneş takvimidir. Buna göre, bizim Ramazan ayı orucunu tuttuğumuz Hicri Takvim ay takvimi iken, Rumi Takvim Hicri güneş takvimidir.
         Görüldüğü gibi, Peygamberimizin hicreti ile başlayan bir takvim bile, ismi nedeniyle insanımızda kafa karışıklığına sebep olabilmektedir. Demek ki, insanlarımızın doğru bilgilere ulaşabilmesi için bu konuları yazmak ve konuşmak durumundayız.
        
Bilmediği Kelimeye Rumca Demek Doğru Mu?

İnternethaber yazarı Veyis ATEŞ 18 Mayıs Salı günü, “Başbakanın Köyünden Bildiriyorum” başlıklı bir yazı yayınladı. Güneysu’daki HES’lerin de ele alındığı yazının bir bölümü; “Katarahte Şelalesi Susmasın!” alt başlığına sahip ve “Katarahte Rumca’da şelale anlamına geliyor. Tepebaşılılar, şelaleyi de Türkleştirme ihtiyacı hissetmemiş ve daha pek çok yer ismi gibi buranın da asıl ismini kullanıyorlar” diye devam ediyor.
         Veyis Bey’e bir mesaj göndererek; “Güneysu’daki Katarahte Şelalesinin adı; “Rumca’da şelale anlamına geliyor” demişsiniz.
Bu bilgiyi siz mi tespit ederek yazdınız. Yoksa oradaki vatandaşlara anlamını sorunca onlar Rumca olduğunu mu söylediler?” diye sordum. Bu konu ile ilgili “Doğu Karadeniz’de Yer Adları” başlıklı makalemizi de okumasını tavsiye ettim.
         Veyis bey’in verdiği cevabı aşağıya alıyorum: Teşekkürler ilginiz için; makale de çok aydınlatıcı oldu benim için. Doğrusu ben yöre halkının söylediklerini dikkate alarak "Rumca" olduğunu aktardım. Bu konuda bir bilgi sahibi değildim. Ancak makaleniz, bu konuda önemli bir referans kaynağı…”
         Görüldüğü gibi, halkımız anlamını bilmediği her kelimeye “Rumca” deyip geçiyor. Katarahte’yi bir Yunanlıya sordum, Yunanca olup olmadığını söylemesini istedim ama bana cevap vermedi. Diğer yer isimleri ile ilgili bulgularımız doğrultusunda; bu kelimenin de Doğu Karadeniz eski halklarından geldiğini varsayabiliriz.

Doğu Karadeniz'de Yer Adları

Doğu Karadeniz’de anlamı bilinmeyen eski yer adlarının yaygın olması ve bunların halen yöre halkı tarafından kullanılması, insanların kafasını karıştırmaktadır. Bu eski yer adlarının hangi dilden olduğunu halktan kişilere sorarsanız, çoğunlukla “Rumca” cevabını alırsınız. Bu ifade, bir konudaki bilgi eksikliğinin giderilmemesi halinde, yerini yanlış bilgilerin doldurduğuna güzel bir örnektir. Bu yazıda, Doğu Karadeniz’deki eski yer adlarının kökeni aydınlatmaya çalışılacaktır.
      Bilindiği gibi, Doğu Karadeniz’in yakın tarihi ile ilgili önemli kaynaklardan biri , 1843’te Kafkasya gezisi sebebiyle Rize’yi ziyaret eden botanikçi Prof. Karl Koch’un yazdıklarıdır. Prof. Koch’un Rize ile ilgili yazdıklarında; “yörede hemen hiç tarihi eser bulunmazken, en eski yer adları bile varlığını sürdürmektedir” ifadesini kullanması dikkatimi çekmişti.
      Bölgedeki yer adlarının “en eski” formunu koruduğunu söyleyebilmek için, bu bilim adamının neleri araştırması gerektiğini anamaya çalıştım. Vardığım sonuç şudur: Bu yer adlarının çok eski olduğunu söyleyebilmenin yolu, onları günümüzde ve yakın çağda yöre ile ilgili olduğu düşünülebilecek Türkçe, Rumca, Ermenice, Gürcüce, Rusça gibi dillerde araştırmış olmak gerektiğidir. Yani Prof. Koch, söz konusu yer adlarını bu dillerde araştırmış, bulamayınca eski olduklarına karar vermiş olmalıdır.
      Prof. Koch’un seyahatnamesinin Rize bölümünde bu ifadeyi okuduktan sonra, konu ile ilgili elde edebildiğim bütün veriler, Koch’un bu tespitini doğrulamaktadır.
     Doğu Karadeniz yer adları ile ilgili en kapsamlı iddia Rumca oldukları yönündedir. Bunun sebebi, yer adlarından birçoğunun “oz” veya “os” eki almasıdır. Önce yöresel yer adlarının Rumca olup olmadığını anlamak üzere, gerçekleştirdiğim kişisel irdelemeye yer vermek, sonra diğer dillerle ilgili araştırmalara atıf yapmak uygun olacaktır.
     Bir süre önce, internette “Pontus Katliamı” başlıklı gruplar olduğunu gördüm ve onları incelemeye aldım. Bu grupta yer alanlardan çoğunun Doğu Karadeniz’den Yunanistan’a göç etmiş kişiler olduklarını anladım. Bu kişileri incelediğimde, birçoğunun soyadının Türkçe olduğunu gördüm. Bunlar arasında; Kalemou, Kazanchi, Baltadou gibi birkaçı halen aklımda… Bunlara bir toplu mesaj göndererek, soyadlarının Türkçe olduğunu bilip bilmediklerini sordum ve bu arada bir kaçı bana mesaj gönderdiğinden kendileri ile sohbet etme imkânımız oldu.
     Bunar arasında yer alan; dedeleri Giresun göçmeni olan ve Selanik’te oturan Elsa Kalemou’ya, Doğu Karadeniz’de anlamını bilmediğimiz bazı yer adları olduğunu, bunların Rumca olup olmadıkları konusunda bana yardımcı olup olamayacağını sordum. Kendisi, bunların Rumca olduğunu tespit etme hevesiyle hemen yardım edebileceğini söyledi. Ben de önce doğduğum yer olan Çayeli Şairler Deresi’nden başlayarak, bildiğim eski kelimeleri ona sordum. İşte ilk grup olarak sorduğum kelimeler: Ehteni, Çikaron, Havriya, Mapavri, Askoroz, Kofara, Horum.
     Selanikli muhatabım, biraz durakladıktan sonra, bunların hiç birinin Rumca olmadığını söyledi. Horum kelimesinin “otluk bağı” anlamında Türkçe bir kelime olduğunu zaten biliyordum. Anadolu’nun bazı yerlerinde; “dünya yansa bir horum otu yanmaz” biçiminde bir atasözü olduğunu da duymuştum. Mapavri kelimesi ile ilgili, “map” hecesinin Rumca’da demir anlamına geldiği vb söylentilerin de yanlış olduğu böylece ortaya çıkmış oldu. Bu şekilde, ilk grup kelimelerin Rumca olmadığı ortaya çıktı, ama muhatabım bunar arasında hiç Rumca bulamayınca rahatsız olmuştu.
İkinci gruba Atina’yı dahil ederek soruları cevaplamaktan kaçınmasını önlemek istedim ve şu kelimeleri gönderdim: Atina, Senoz, Keloz, Setoz, Pilihoz, Kanboz, Cikleremoz, Kalamoz, Aponconoz, Vela, Zavendik, Şatroz, Kovaroz, Fetekoz.
      İkinci grupta, kelimelerin çoğunun “oz” takısı almış olduğunun farkındasınız sanırım. İlk etapta Rumca olabileceği şüphesini akla getiren bu kelimeleri özel olarak sormak istedim. Muhatabım heyecanla “Atina helendir” dedi. Diğerlerini de inceledi ama onların Rumca olmadığını ifade etmek durumunda kaldı. Bilindiği gibi Athena eski Yunan mitolojisinde bir Tanrıça adıdır. Pazar ilçemizin adının, ilçede bu adla var olan bir tapınaktan geldiği iddiası olduğu var gibi, bu kelimenin Lazca’da "gölgelerin olduğu yer" anlamına geldiği de belirtilmektedir.
     Bu kelimelerden hiç birinin Rumca olmaması son derecede önemlidir. Bunlar arasında, Gündoğdu ilçemizin eski adı olan Fetekoz da vardır. Rize’de kültürlü insanlardan bile, Fetekoz’un Rumca’da güneşin doğduğu yer anlamına geldiğini, Rize’ye güneş buradan doğduğundan bu adı aldığını ve ismin aynı anlamda Türkçeleştirildiğini duymuş biri olarak, Fetekoz’un Rumca olmadığını öğrenmek beni bile şaşırttı. Demek ki, bu konularda dedikodularla hareket etmemek ve araştırmak gerekmektedir.
Sorduğum onca kelime arasında Rumca bulamaması muhatabımı rahatsız etmiş; keyfini kaçırmıştı. Ona son bir grup kelime daha göndereceğimi, ama bunlar arasında, halen Trabzon’da Pontusça (Romaika) konuşan köylerin eski adlarının da yer alacağını söyledim. Bu bilgi Elsa’yı bir kez daha heyecanlandırdı ve Trabzonlu arkadaşlardan derlediğim kelimeleri sıraladım: Kamaha, Marna, Kanzula, Sebla, Usburlu, Botamli, Zikotos, Sayrac.
      Bu yer adlarının bir kısmı gerçekten de Trabzon’da Romaika diyalekti konuşan köylere aittir. Diğerleri de yine Trabzon yöresindendir. Ama muhatabım bunlar arasında da Rumca olmadığını ifade etmek durumunda kaldı.
      Bu konu ile ilgili en kapsamlı çalışmayı Araştırmacı  Haşim Albayrak yapmıştır. Doğu Karadeniz’deki 2500 eski köy adını derleyen Albayrak, bunlar arasından Rumca olanları Fener Rum Lisesi Müdürü Niko Mavridis’e, Ermenice olanları Ermeni Okulu Müdürü Nora Şenyan’a tespit etmesini rica etmiş. Ayrıca, Gürcüce, Lazca, Pontusça, Rusça, Arapça ve Farsça dil bilenlere de incelettirmiştir. Toplam 2500 eski köy adı arasından sadece 16 Rumca yer adı tespit edebilmiş, Arapça ve Farsça dâhil yukarıdaki dillerden toplam 50 civarında yer adı olduğunu ortaya koymuştur. Sayın Haşim Albayrak’ın Köy Adları Pontus'un Yalan Olduğunu Söylüyor başlıklı yazısında, söz konusu yer adlarının hangileri olduğuna da yer verilmiştir.
     Sonuç  olarak, Doğu Karadeniz’deki yer adlarının Rumca, Ermenice, Gürcüce, Pontusça, Rusça, Arapça ve Farsça olmadığı açıkça ortaya çıktığına göre,  bunların menşeinin ne olduğunu da ifade etmek gerekmektedir. Kökeni bilinmeyen yer adlarının, M.Ö.400 yıllarında Ksenofon tarafından tespit edilen; Haldiler, Halibler, Makronlar, Mosinekler, Tibarenler, Kolhlar ve Driller gibi kabilelerden geldiği anlaşılmaktadır. Göç ederek buraya gelen Türkler, yerli halktan öğrendikleri yer adlarını değiştirmemiş, aynen muhafaza ederek kullanmaya devam etmişlerdir. Osmanlı devleti döneminde de, 1911’de Enver Paşa’nın köy adlarını değiştirmesine kadar bu yönde hiçbir çaba olmamıştır.

Doğu Karadeniz Kültürünün Kaynakları

Doğu Karadeniz kültürünün kaynakları bilimsel çalışmalara yeterince konu edilmemiştir. Bu sebeple, konu hakkında bir kafa karışıklığı olduğu görülmektedir. Gerek yöre halkında, gerekse yöre dışındaki insanlarda, bu kafa karışıklığının izlerine rastlamak mümkündür. Bu konudaki en son örneklerden biri, “Yüreğine Sor” filmi olmuştur. Burada konuyu genel hatları ile ele almaya çalışacağız.     
Bölgemizde en baskın kültürün Türk-İslam kültürü olduğu, yörede yaşayan insanların günlük hayatından kolayca anlaşılabilir. Doğu Karadeniz’de İslam’dan başka din olmadığı gibi, İslam’a bağlılık da bir hayli yüksek düzeydedir.    
Diğer taraftan Türkçe, yörede herkes tarafından kullanılan bir dil durumundadır. Doğu Karadeniz’in doğusunda yer alan dört ilçede Lazca konuşulmaktadır. Ancak günlük hayatta Türkçe kullanım oranı bu yörede Lazca’dan daha yüksektir.       
Türk-İslam kültürü bölgede hakim olmakla birlikte, bölge tarihinde farklı din ve etnik unsurların da yer aldığı bilinmektedir. Bu sebeple, bölge tarihine atıf yaparak, burada hangi inanç ve kültürlerin var olduğu ve akıbetlerinin ne olduğuna değinmek uygun olacaktır.  
Karadeniz’den, yazılı tarihte ilk defa M.Ö. 700 yılında bahsedilmiştir. Bu tarihte eski Yunanlılar, Batı Karadeniz’de (Kocaeli – o zamanki adı Olbia) ilk kolonilerini kurmuşlardır. Burada balık tutup tuzlamakta ve ticaretini yapmaktadırlar. Ancak, Karadeniz onları pek sevmemiştir. Bu yüzden, Karadeniz’e “yabancılara düşman” anlamına gelen “Axeınos” ismini vermişlerdi 
Bundan sonra Ksenofon’un Anabasis adlı eserinde anlattığı “onbinlerin dönüşü”, o zamanki Doğu Karadeniz halkı ve kültürü ile ilgili en önemli kaynaktır. M.Ö. 400 yıllarında, Pers İmparatorluğu’nun başına geçmek için kardeşi ile savaşan Keyhüsrev’i desteklemek amacıyla 13.000 kişilik paralı bir Yunan ordusu getirtilir. Savaşın kaybedilmesi ve büyük komutanlarının ölmesiyle başsız kalan bu ordu, Ksenofon’la birlikte Erzurum üzerinden Trabzon’a inmiştir. Buradan Sinop’a ve oradan da Trakya’ya ulaştıklarında geri dönenler sadece 6.000 kadardır.
Ünlü tarih yazarı Ksenofon’un tespitlerine göre; Doğu Karadeniz’de M.Ö.400 yıllarında; Haldiler, Halibler, Makronlar, Mosinekler, Tibarenler, Kolhlar ve Driller gibi kabileler yaşamaktadır. Yunanlı Ksenofon, her birinin farklı dili olan bu kabilelerle ancak tercüman aracılığıyla konuşabilmiştir.      
Karadeniz’de ilk Pontus Devleti, M.Ö. 302-M.Ö. 64 yılları arasında, Amasya merkezli olarak varlığını sürdürmüştür. En büyük kralı Persli Mithridates olan bu devletin, Anadolu’nun yerli bir devleti olduğu kabul edilmektedir. Bu devletin Yunanlılıkla veya Rumlukla bir ilgisi yoktur. (Bu arada yeri gelmişken, Rum ve Yunan kelimelerinin eşanlamlı olmadığını, Rum’un Romalı anlamında Roma İmparatorluğu ülkesi ve bu ülkede yaşayan insanlar için kullanıldığını ifade etmek gerekir.)       
M.S.1204 yılında kurulan Trabzon merkezli Pontus Devleti’nin önceki ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Bu tarihte yapılan IV. Haçlı Seferi esnasında, Haçlı ordusunu oluşturan Katolik Latinler İstanbul’u işgal ve talan etmişlerdir. Buradan kaçan Aleksandır Komnenos, Gürcistan Kraliçesi’nin de yardımıyla Trabzon’a gelerek ikinci Pontus Devleti’ni kurmuştur. Bilindiği gibi bu devlet, 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından Osmanlı topraklarına katılarak ortadan kaldırılmıştır.        
Resmi tarih kitaplarında, Doğu Karadeniz’in Rum Pontus devleti yıkılarak fethedildiği bilgisi verilmekle yetinildiğinden, bu bölgede Türklerden önce Rumların yaşamakta olduğu gibi bir yanlış anlamaya meydan verilmiş olmaktadır. Hâlbuki Yunanlıların tarihsel olarak yaşadıkları yer, bugünkü Yunanistan’ın bulunduğu İyonya bölgesidir.
Doğu Karadeniz’de Rum varlığı, İstanbul’dan kaçıp gelen bir-kaç bin kişinin Trabzon merkezli olarak bölgeye yerleşmeleri ile sözkonusu olmuştur. Burada bir devlet kuran ve onu yöneten Rumların, şehir merkezlerine yerleştikleri ve şehir merkezlerinde yaşadıkları kolayca tahmin edilebilir. Çünkü İstanbul’dan gelenler, daha çok Bizans Devleti yöneticileriydi ve bunların çiftçilikle uğraşılmasını gerektiren kırsal alana yerleşmedikleri kolayca tahmin edilebilir.
Peki bu dönemde Doğu Karadeniz’in kırsalında kimler yaşamaktaydı. Elbette, Ksenofon’un M.Ö. 400’de tespit ettiği kavimler olan; Haldiler, Halibler, Makronlar, Mosinekler, Tibarenler, Kolhlar ve Driller. İstanbul’dan göç edip gelenler, Doğu Roma İmparatorluğu’nu yönetmiş yüksek kültür ve eğitim sahibi insanlardı. Bunlara göre çok geri olan yöre halkını kolayca etki altına aldılar ve Hıristiyanlaştırdılar.
1461’de Doğu Karadeniz’i fetheden Osmanlı, önce Trabzon merkezli Pontus Devleti elitini bölge dışına gönderdi. Sonra bu bölgeye plânlı bir iskân siyaseti uygulayarak, bölgeyi Türkleştirdi ve İslamlaştırdı. Daha önceden Kafkasya üzerinden gelen Oğuz, Peçenek ve Kıpçak Türkleri, Gürcistan’a ve Kuzey Karadeniz’den dolaşarak Bulgaristan’a ve Trakya’ya ulaşmıştı. Nitekim Aleksandır Komnenos İstanbul’dan kaçtığında, Gürcistan Kraliçesi Tamara’nın Kıpçaklardan oluşan ordusunun yardımıyla Trabzon’u yurt tutabilmişti.
Sultan Melikşah (1072-1092) döneminde Selçuklular, Gürcistan Kralı’nı yenerek; Acara-Rize-Trabzon bölgelerini fethetmiş ve Karadeniz kıyılarını da ele geçirmişti. Ancak, bu bölge 1080 ile 1098 yılları arasında çok kısa bir süre Selçukluların elinde kalabilmiştir. Doğu Karadeniz kırsalına ilk Türk yerleşiminin bu tarihte yapılmış olduğu kaydedilmektedir.
Ordu’da Bayrameli Beyliğini kuran Türkler, 1390 yılında Giresun'u alarak Bayrameli'ye (Ordu'ya) bağlamıştı. Fetihten önce ve sonra; Kıpçak, Çepni, Karakoyunlu ve Akkoyunlu gibi pek çok Türk boyu Doğu Karadeniz’e gelip yerleşmiştir.
Doğu Karadeniz, tarım ve hayvancılık açısından zor bir coğrafyaya sahip olduğundan, fazla bir nüfus barındırmıyordu. Bu sebeple, Doğu Karadeniz’e yoğun iskân politikasıyla yerleşen Türkler, nüfus olarak çoğunluğu kolayca ele geçirmişlerdir.
Şimdi gelelim kritik soruya; bugün yörede yaşayanlar kimlerin torunlarıdır? Milletin oluşumunda etnisitenin önemli olmadığını bir başka yazıya bırakarak, bu soruya dürüstçe cevap arayalım. Ama önce Doğu Karadeniz’le ilgili etnisite ve kültür iddialarını ifade etmek gerekir. Buna göre Doğu Karadeniz’de; Türk, Ermeni, Yunan, ve Rum kavim ve kültürlerinin izlerini bulmak mümkün olabilir. Şimdi bunları sırasıyla ele alalım:
1-Ermeni unsuru: Bilindiği gibi Ermeniler, I.Dünya Savaşı’nda Osmanlı’ya karşı isyan ettiler ve cephedeki orduların ikmal yollarını tehlikeye düşürerek düşmanla işbirliği yaptılar. Bunun üzerine, 1915 yılında, yüksek kesimlerde yaşayan Ermeniler Şam tarafına zorunlu göçe tabi tutuldular ve bölgedeki Ermeni nüfus bölge dışına kaydırıldı. 1916’da Rusların Doğu Karadeniz’i işgal etmesiyle çeteci bir kısım Ermeniler geri geldi, ama 1917 Ekim Devrimi ile birlikte Rus Ordusu geri çekilince onlar da ya geri döndü veya Doğu Anadolu’daki, Ermeni çetelerine katıldılar.
2-Yunanlılar: Doğu Karadeniz’de Yunanlı kavimlerin varlığı hiçbir şekilde sözkonusu edilememektedir. Bizans (Doğu Roma) İmparatorluğu menşeli olarak gelenler ise Rum =Romalı olarak değerlendirilmiştir.
3-Rumlar: Bizans (Doğu Roma) İmparatorluğu menşeli olarak 1204’te Aleksandır Komnenos’la birlikte Trabzon’a gelip Pontus Devletini kuran ve şehirlerde yaşayan az sayıdaki insanların torunları, 1461’de Fatih Sultan Mehmet tarafından bölge dışına sürülmüştür. Bunlardan geriye kalanlar var ise, bahse değecek sayıda olmadıkları gibi, 1924’te Yunanistan’la yapılan “Nüfus Mübadelesi” ile Yunanistan’a gittikleri kabul edilebilir.
4-Bölge Halkları: Haldiler, Halibler, Makronlar, Mosinekler, Tibarenler, Kolhlar ve Driller gibi bölge halkları, büyük çoğunlukla Hıristiyan olduklarından 1924’te Yunanistan’la yapılan “Nüfus Mübadelesi” anlaşması ile Yunanistan’a gönderildiler. Bu anlaşmada, “Batı Trakya ve İstanbul” dışarıda bırakılarak, Yunanistan’daki Türkler (Müslümanlar) Türkiye’ye, Türkiye’deki Rumlar (Ortodokslar) da Yunanistan’a gönderilmiştir. Bu anlaşma sonucunda, sadece Doğu Karadeniz bölgesi halkları değil, Karamanoğlu Türkmenleri de Ortodoks Hıristiyan olduklarından Yunanistan’a gönderilmişlerdir. Halen Yunanistan’a gönderilen Pontusluların, aynı dinden oldukları halde, Yunan halkı tarafından kendilerinden ayrı tutulmaları ve ayrı kültür grupları olarak yaşamaları bu yüzdendir.
1924’ten sonra, Doğu Karadeniz homojen bir hale gelmiş, Türk ve Müslüman kimliğinin tamamen hâkim olduğu bir toprak parçası konumunu elde etmiştir. Şayet bölge halkı arasında, 1461’den önce bu topraklarda yaşayan Hıristiyanların torunlarından olanlar varsa, bunlar çok az olmakla birlikte, Haldiler, Halibler, Makronlar, Mosinekler, Tibarenler, Kolhlar ve Driller gibi bölge halklarının torunlarıdırlar.
Doğru bir yaklaşımla kendilerini Türk kabul eden Lazlara gelince, bin yıl önce Kuzey Kafkasya’dan göç ederek Güney Kafkasya’ya gelip yerleşen (Bak, A.İhsan Aksamaz-Lazların Tarihsel Yolculuğu) bu insanların, bir Güney Kafkasya halkı ve Megrellerin yakın akrabası olduklarını kabul etmek mümkün değildir. Kuzey Kafkasya, Türklerin tarihi göç yolu üzerinde olup, çok eski tarihlerden beri bu güzergâhtan gelip Batıya giden ve birçoğunun dili değişen Hunlar (Macarlar), Bulgarlar, Gagavuzlar gibi, Lazların da Orta Asya’dan geldikleri anlaşılmaktadır.
Bugün Doğu Karadeniz’de insanların kafasına takılan konularından biri de çok sayıda Türkçe olmayan yer adıdır. Ayrıca, halk arasında kullanılan, ama resmi Türkiye Türkçesi’nde yer almayan pek çok kelimenin var olduğu ve bunların da kökeninin merak edildiği bilinmektedir. Bu konuları gelecek yazılara bırakarak, Doğu Karadeniz kültürünü, göç ederek buraya yerleşen halkın getirdiğini ve hâkim kültürün Türkçe etrafında oluşan Müslüman Türk kültürü olduğunu ifade etmek şimdilik yeterli olacaktır.